KAZANIM VE SÜREÇ YÖNETİM SİSTEMİ UYGULAMA ÖYKÜSÜ! (KSY)
"Mahmut Hocam, BENİ DE İNEKLER ARASINA KATTINIZ"
(İstanbul’un en yüksek puanla öğrenci alan okullarından birinde gerçekleşen bu eğitim olayını Hababam Sınıfı’nın unutulmaz kahramanı Mahmut Hoca’nın başından geçmiş gibi anlatıyorum. Eğitimle ilgili bu tür uyguladıklarımı kaleme alırken böyle bir yöntem tercih ettim)
Müdür
başyardımcısının kapısında öğretmenler yoğundu. Anlaşılan program
değişmişti. Memnun kalanlar ve memnun olmayanlar konuşma biçimleri
ile el kol hareketlerinden anlaşılıyordu. Biraz bekledim, kapıdaki
yoğunluk azalınca girdim. H. Bey beni görünce etrafını çevreleyen
öğretmenlerin arasından programı uzattı. Teşekkürümü gülümseyerek
karşıladı.
Programa baktım, her zamanki gibiydi. Haftada
otuz iki saat ders! Okulda bu kadar derse giren benden başka biri
yoktu. Dokuz edebiyat öğretmeniydik. Sekizi bayandı. Ders
dağılımlarına bakarken bir şubenin alındığını, onun yerine 10F
şubesinin verildiğini gördüm. Önce şaşırdım, çünkü okul müdürümüz bu
tür değişiklikleri yapmadan önce mutlaka haber verir, nezaketen de
olsa görüşümüzü alırdı. Bu kez öyle yapmadı.
10F şubesi tüm onuncu sınıflarda öğretmenlerle
yıldızı barışmayan öğrencilerin toplandığı sınıftı. Edebiyat
öğretmenlerinin ders saatleri tavan yaptığı için sadece 10F şubesi
için ücretli öğretmen geliyordu. Daha doğrusu getirilmeye
çalışılıyordu, ancak şu ana kadar dördüncü haftaya tamamlayan
olmadı. İki öğretmenin ders ücretlerini bile almadan bırakıp
gittiğini biliyordum. Üçüncüsü de birkaç haftadır her şey normal
diyordu. Demek o da gitmiş olmalı.
Müdürümüze hak verdim. Hanım arkadaşlarımıza
vermek yerine beni seçmesi doğaldı. Açıkça belli etmiyorlardı, ama
henüz öğretim yılı başında H. Beye o sınıfı asla istemediklerini,
verilirse de girmeyeceklerini dedikodu halinde de olsa mesaj
ilettiklerini biliyordum.
Programa her zamankinden biraz fazla bakmış
olmalıyım; bana doğru yaklaşan müzik öğretmenimiz A. N. Bey, “Mahmut
Hocam, anlaşılan programınız çok güzel! Bakmaya doyamıyorsunuz!”
deyince kendime geldim. Doğru teşhis etmişti, galiba kendimden biraz
uzaklaşmıştım. Ali Naci Beye baktım, “Güzele bakmak sevapmış, gidip
H. Beye teşekkür edeyim”, dedim ve hızla H. Beyin odasına girdim.
Matematik öğretmeni hanımla tartışıyordu. Tokalaşmak için uzatmasına
fırsat vermeden H. Beyin elini tuttum. “Çok teşekkür ediyorum, çok
güzel olmuş. Elinize sağlık” der demez gözlerini bana dikti, sanki
beklemediği bir yanlış yapmışım gibi öylece baktı. Elimi bırakmadı
ama ben çektim, tartışmalarını daha fazla bölmemek için odadan
çıktım.
H. Bey iyi bir yöneticiydi. Damarındaki kanın
hızını kesecek kadar baskı uygulanmadığı süre sesi çıkmazdı, ancak
bir haykırdı mı en uçtaki sınıftan duyulurdu. Altmışın üstünde
öğretmeni olan bir okulda bilgisayar kullanmadan, tamamen 1,5
metrekare karton üzerinde kurşun kalemle ders programı yapmak çok
zordu, bu zorlukları hiç bahane etmeden aşardı. Onu üzen tek şey,
hiçbir öğretmenin memnuniyet göstermemesiydi. İşte bu yüzden ona her
defasında odasına özel olarak gidip teşekkür etmeyi ihmal etmezdim.
Mekece Ortaokulundan biliyordum, sekiz öğretmenim vardı, orada bile
memnun olan bir öğretme olmamıştı.
O yıllarda programlar manuel yapılıyordu, uzun
zaman emek veriliyordu. Müdürlükten ayrıldıktan sonra, her öğretmene
birkaç kez ders programı yaptırılmalı ki, program yapanları
anlasınlar, diye düşünürdüm.
10F başka bir sınıftı… Hababam Sınıfı gibi bir
sınıftı, ama gerçek Hababam’dan çok farklıydı. Onlardaki
hareketlilik vardı, ancak onlardaki birliktelikten eser yoktu, beş
altı öğrenci bir araya gelip kemikleşmiş, sanki küçük dağları biz
yarattık diyorlardı. Sınıftaki diğer öğrenciler umurlarında olmazdı.
Onların saygınlıkları da çok farklıydı. Sanki öğretmene ders
anlattırmamak konusunda apayrı yeteneklere sahiptiler. Özellikle
yeni tanıştıkları öğretmenlerin derslerinde mutlaka bir yolunu
bulurlar, kırk beş dakikalık dersin üçte ikisini yapmacık
mizahlarla, bazen de onur kırıcı davranışlarla kaynatırlardı.
Konunun işlenip işlenmemesi, öğretmenin gururunun kırılması,
ağlayarak sınıftan çıkıp gitmesi onlar için üzüntü nedeni değil, tam
tersine “Yaşasın! Yine başardık!” diyebilmenin sevinç göstergesiydi.
Hele uzaklaştırma cezalarıyla tanınan beş-altı
öğrenci vardı ki; onlar için “kınama” ve “uyarma” cezaları ödül,
uzaklaştırma cezaları ise tatil sayılırdı. Anlaşılan benden önce
edebiyat derslerine ücretli giren üç öğretmen aşısı tutmadı. Üçü de
deneyimli ve bilgili öğretmenlerdi. Hatta biri A. İ. Kanberoğlu
edebiyat kitabımızı hazırlayan komisyon üyesiydi. Galiba 10F için
iyi olmak yetmiyordu. Bu sınıf için bilgi ve birikim az geliyordu.
Şimdi düşünüyorum, acaba Mahmut Hoca aşısını tutturabilecek miydim?
Zümre arkadaşlarımın “Geçmiş olsun, hayırlı
olsun” sözlerinden sonra içimden itiraz etmek geçtiyse de, müdür
beye söylemeyi hiç düşünmedim.
Müdürümüz Sayın H. Ö. kadrolu dokuz edebiyat
öğretmeni arasından beni tercih etmesi, bana olan güvenin göstergesi
olmalıydı. Ona karşı saygım büyük ve anlamlıydı. Üsküdar Cumhuriyet
Lisesinden beni sökerek adeta koparıp almıştı. Koparıp diyorum,
çünkü C. Lisesi müdürü Sayın S. G. bırakmıyordu, valilik onayının
iptalini istemiş, valilik reddetmesine rağmen vazgeçmemişti. S.
Hanım öyle inatlaşmıştı ki, anladığım kadarıyla bu inatlaşma benden
çok iki müdür arasında oldu. Atanmamı engellemek için ta bakanlığa
kadar gitmişti. Buna rağmen müdürümüz karşısında galip gelememişti.
Mağlubiyetin acısını azaltmak için olmalı ki, yeni okulda göreve
başladıktan birkaç gün sonra önce savunmamı istedi, daha sonra da
arkamdan bir günlük maaş kesim cezası gönderdi. Gerekçe olarak,
dersimin olmadığı saatte izin almadan ilçe milli eğitim müdürlüğüne
gitmemi göstermiş.
10F’de ilk derse girdiğim gündü. Sınıf kapısından
baktım. Öğrencilerin neredeyse tamamı ayaktaydı. Güreş edenler,
sıradan sıraya atlayanlar, çanta fırlatanlar… Olağan olmayan her şey
vardı… Hiçbir uyarı yapmadan sınıfa girdim, kapıyı kapattım. Yazı
tahtasının önünde sınıfı selamlamak için hazır ol vaziyetinde
durdum. Beni gördükleri halde yokmuşum gibi davranmayı sürdürdüler.
Uzun sayılabilecek süre bekledim. Yaklaşık dört-beş dakika
geçmiştir, dik ve ısrarlı duruşumdan ödün vermedim. Geçmiş yıllardan
tanıyanlarla varlığımı kabul edenler sıralarına geçip ayakta
beklemeye başladılar. Ön sırada oturan bir öğrenci yaklaşarak,
“Neden böyle duruyorsunuz öğretmenim?” diye sordu. Hazır ol,
konumunda olduğum için yanıt vermedim. Sessizliğimi bozmadım. Bir
süre bekledi, karşılık göremeyince sırasına döndü.
Sınıfta 36 öğrenci vardı. Bütün öğrenciler ayakta
sıralarına yerleşinceye kadar beklerken bir yandan da gözlerimle
sınıfı taradım, arka sıralarda oturanlar vardı, onların da ayağa
kalkmasını bekledim. Diğer öğrenciler oturanları uyardı, tüm sınıfın
ayakta hazır olduğundan emin olunca, “İyi dersler, buyurunuz”
diyerek elimle oturmalarını işaret ettim. Kürsüye geçtim.
Ellerimi çenemin altında destek yaparak
anlamsızca öğrencileri izlemeye başladım. Bir süre konuşmadım. Sanki
sınıfta öğrenci yok gibiydi. Aklımdan başka şeyler geçiyordu. İyice
daldım. Öğrenciler sessizce bana bakıyor olmalılar. İnadına
sessizdiler. Nihayet sabırsız bir öğrenci sessizliği bozdu. Oturduğu
yerden, “Hocam, ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Gözlerimle onu
gördüğümü belli ettim, göz göze geldik. Yanıt vermek için acele
etmedim. Sonra sitemli bir tebessümle:
— Benden önce üç öğretmen göndermişsiniz, acaba
ben kaç hafta dayanırım, diye düşünüyorum” dedim.
Dokuzuncu sınıftan beni tanıyan öğrencilerimden
Ahmet oturduğu yerden:
— Hocam, siz başkasınız, diye karşılık verdi.
Aslında, başka olan ben değildim,
düşündüklerimdi. Biliyordum ki, değil bu okulun, dünyanın en iyi
öğretmeni de gelse, fazla değişen bir şey olmazdı. Belki süre üç-beş
hafta daha uzun olurdu. Nitekim benden önceki öğretmenler de bilgili
ve deneyimliydiler. Derse bakışları, öğrenciye yaklaşımları farklı
da olsa, disiplin konusunda özel yeteneklere sahip olduklarını
kendileri söylüyordu.
Şimdi onların başaramadığını başarmak
zorundaydım. Alışageldiğimiz yöntemlerin işe yaramayacağı belliydi.
Aklımdan, “Başka bir çözüm üretmeliyim, farklı bir yöntem
bulmalıyım, mutlaka bir yol olmalı.” diye geçti. Okul müdürünün
güveni boşa çıkmamalıydı.
Uykularım bölündü. Bin türlü yöntem tasarladım,
yazdım, çizdim… Vazgeçtim…
Bir başka yöntem girdi sıraya. Birinde karar kılmak kolay
olmadı. Bin kuşku, bin endişe çullandı üstüme… Üstelik durumu
meslektaşlarımla tartışmak bir yana, onların yanında konu bile
edemiyordum. Çünkü merakla beni izlediklerinden emindim.
Karşılaştığımız her fırsatta “Nasıl gidiyor Mahmut Bey? 10F’yi
hizaya sokabildiniz mi?” gibi sorularla yoklama yapıyorlardı. Kim
bilir, belki de akıllarından kaç hafta dayanacağım konusunda bahis
bile oynamışlardır.
Kendimi acemi bir satranç oyuncusu gibi
hissetmeye başladım. Şimdi hamle sırası bendeydi, karşımda yaman bir
rakip vardı. Heyecanla yapacağım hamleyi bekliyordu. Hiç acele
etmedim. Oyunu öyle hassas oynamalıydım ki, bu oyunda, nasıl
olacaksa; hem mat olmamalıydım, hem de mat etmeyi aklımın ucundan
geçirmemeliydim.
Okulda herkes açıkça söylüyordu ki, 10F sınıfı
öğrencilerinin ders dinleme özürleri vardı. Öğretmen yılanı
deliğinden çıkaran dille anlatsa yine dinlemeyecekleri kesindi. Bu
yüzden dinlemeyeceklerini bile bile konu anlatma yanlışına düşmem
olmazdı.
Aklımdan çok farklı yöntem tasarıları geçti.
Birinde karar kılmak zor olsa da, içlerinde en mantıklı olanı;
öğrencilere kendi istekleri doğrultusunda sorumluluk yüklemekti. Ben
de konu anlatımı yapmadan sorumluluklarını yerine getirmeleri
bağlamında ders sürecini yönetecektim. Bu konudaki tek dayanağım,
öğrencilerin kendi kendine öğrendiklerinin daha kalıcı ve onlar için
isteklendirici olacağı inancımdı. Kendi gayretiyle yeni şeyler
öğrenen öğrenci, eğer bu öğrendiklerinin nota da yansıdığına tanık
olursa, ondan daha mutlusu olamazdı. Bu mutluluğunu arkadaşlarıyla,
ailesiyle, öğretmeniyle hatta yöneticileriyle paylaşarak daha da
çoğalmasını sağlardı. Kısacası bilmekten doğan sevinci alın teriyle
kazanmış olmanın mutluluğunu yaşardı.
Ama bu nasıl olacaktı. Çok kısa zamanda
hazırlanmam ve uygulamaya koymam gerekiyordu. İlk olarak Tebliğler
Dergisinde yer alan öğretim programından başladım. Kazanımlar
bölümünün fotokopisini aldım. Kazanımların dışındaki bölümleri
okumakla yetindim. Henüz yeni öğrenmekte olduğum ilgisayarda yeni
bir sayfaya kaydettim. Bu konuda şanslıydım, çünkü klavyeyi on
parmak kullanıyordum ve yazarken ekrana bakmam gerekmiyordu.
Doğrudan fotokopi kâğıdına bakarak hızlı bir şekilde yazdım.
Yanılmıyorsam o döneme ait öğretim programında
yüz ellinin üstünde kazanım vardı. Kazanımlar içinde öyle çok
hafifti olanlar vardı ki, onların bazılarını kaldırdım bazılarını
birleştirdim. Gerekli gördüğüm konularda yeni kazanımlar ilave
ettim. Birinci dönem için 100, ikinci dönem için 100 olmak üzere
toplam 200 kazanım belirledim. Başlangıçta “Sınıf Geçme Ölçütleri”
adını versem de, müdürümüzün onayına sunduğum zaman başka bir ad
koymamı önerdi. Ondan sonra ben de “Öğrenme Ölçütleri” adını verdim.
Çok da isabetli oldu.
Zümre arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız
yıllık plana uygun olarak tüm Öğrenme Ölçütlerini öğretim yılına ait
haftalara yaydım. Yazılı ve resmi tatil olasılıklarını göz önünde
bulundurarak 30 haftayı esas aldım.
Programı tam olarak uygulamaya koymak iki hafta
alacaktı. Bu süre içinde daha önce öğrencilere de söylediğim için
konu anlatamazdım. Otomobil ve spor konusu çok rağbet görüyordu.
Bunlar ve başka konular üzerinde açık oturumlar düzenledim.
Televizyonlarda izlediklerinin kopyasını yaptılar. Amacım ne
söylediklerinden çok güzel konuşma ve anlatım yeteneklerini
geliştirmekti. Hatalı sözcük telaffuzları için sunuculara yetki
verdim, her defasında bana bakarak arkadaşlarını uyarmaktan çok
hoşlanıyordu. Her uyarıdan sonra eliyle onay işareti yapmak en
sevdiği davranıştı.
Okul müdürümüz listeyi kâğıt üzerinde onaylamadı,
ancak her değişikliği kendisini bilgilendirmem koşuluyla sözlü
olarak izin verdi, “Sonuna kadar arkandayım” dedi. Bundan sonra
hemen fotokopide birinci dönem ölçüt takvimini çoğalttım. Tüm
öğrencilere imza karşılığı dağıttım. Bir hafta içinde açıklamalarım
doğrultusunda velilerine de imzalatarak getirmelerini istedim. Geçen
bir hafta içinde bütün derslerimde rehberlik ettim. Çok
heyecanlandılar. İlk kez karşılaştıkları böyle değişik bir
uygulamaya bazıları sıcak bazıları temkinli yaklaştılar. Bazı
öğrenciler kavramaları gereken ölçütü kendilerinin seçeceğine bir
türlü inanamıyordu. Sık sık bana gelip “Hocam ben 86 ölçüt
işaretledim, şimdi ben 86 ölçütü tam olarak öğrenirsem karneme 86
gelir mi?” diye sorduklarında gözleri parlıyordu, farklı bir
duyguyla arkadaşlarına yaklaşıp “Doğruymuş” demekten kendini
alamıyordu.
Aslında velilerle öğrencileri toplayıp konferans
salonunda bütün detayları birlikte anlatmak istemiştim. Etkili olan
da buydu. Sınıf rehber öğretmeni olduğum sınıflarda veli
toplantılarını hep öğrencilerle birlikte yapıyordum. Salonun bir
yanında veliler, diğer yanında öğrenciler olurdu. Hiç unutmam,
“Benim oğlum asla yalan söylemez” diye ısrarından ödün vermeyen bir
veli, bir derste öğretmene ders anlattırmamak için yaptıklarını
anlatınca yaptığı yanlışı anladı. Toplantı sonunda yanıma geldi, o
öğretmenden özür dileyeceğini söyledi. Daha önce tartıştıkları
belliydi. Nitekim öğretmenle buluşturdum, benim yanımda özür diledi.
Ve o öğretmen arkadaşım ve diğerleri veli toplantısından sonraki
olumlu gelişme karşısında çok memnun kaldılar.
Okul müdürümüzün görüşünü sorduğumda, velileri
davet etmeme sıcak bakmadı, dillendirilmemesinin iyi olacağını
belirtince ısrar etmedim. Zaten öğrencilere anlatmıştım. Aileleriyle
şimdiden paylaşanlar olmuştu.
Hafta sonuna doğru öğrenciler ölçüt listesini
getirmeye başladılar. Bazıları son güne kadar bekletti.
Belirledikleri hedefleri tek tek gözden geçirdim. Çoğunluk hedefini
100 olarak belirlemişti, düşük olanlar da vardı, hatta bir öğrenci
55 olarak işaretlemişti. Nedenini sorduğumda, üniversite sınavına
girmeyeceğini, Amerika’da okuyacağını, bu nedenle diploma puanının
elli veya yüz olmasının önemli olmadığını söyledi. Kendisine sınıfın
başarı ortalamasını düşüreceğini, öğretmen olarak benim için de
yüksek puan almasının çok değerli olacağını anlattım, memnuniyetle
karşıladı, hedefini 75’e çıkardı. Onunla birlikte yetmiş beşten
düşük olanlar da 75’e çıkardı.
Mürekkepli kalemle imzalanan listeleri bir
dosyada topladım. Numara sırasına göre yerleştirdim. Her şey tamam
olduktan sonra evlerinde günün konusuyla ilgili ne kadar kaynak
varsa hepsini getirmelerini istedim. Beklediğimden çok getirdiler.
Haftanın ilk dersine girdim. Bütün sıralar kaynak kitaplarla
doluydu.
Sınıfı selamladım. Artık alışmışlardı, hazır ol
vaziyetinde bekleme sürem bir dakikanın altına çoktan inmişti.
Kürsüye geçtim, gözümle sayarak yoklama yaptım. Sınıf tamdı.
Aralarda dolanmaya başladım, sınıf başkanını tahtaya çağırdım, bu
haftanın ölçütlerini tahtanın sol üst köşesine yazmasını istedim.
Diğer öğrencilere “Nasılsınız?” diye sordum, bazıları duymadı bile.
Kaynak kitaplarını karıştırmaya çoktan başlamışlardı. Ben de,
bulamadıkları bir konu olursa, bana sorabileceklerini söyledim. Ders
boyu bana gereksinim duyan olmadı.
Kürsüye geçtim. Bir süre sınıfı izledim.
Öğrenmeyle ilgilenmeyen tek bir öğrenci yoktu. O an içimden yaptığım
uygulamanın ne kadar olumlu olduğunu düşündüm. Teşhisin doğruluğu
kadar tedavi de olumlu yanıt veriyordu. Sınıf defterini de imzalayıp
bekledim.
Henüz dersin ortası gelmeden anlatmak
isteyenlerin parmakları kalkmaya başladı. Son on beş dakikada günün
ölçütleri üzerine ondan fazla öğrenci konuştu. Tam kavrayanlar için
bir kez anlatmak yetmiyordu. Daha sonraki derslerin başında en az
iki kez anlatırlarsa, aldıkları puan kesinleşecekti.
Sınıf hummalı bir yarış içine girdi. Dersler
yetmedi, ders aralarında anlatmak isteyenler oldu. Onlara sekizinci
ders sonu için randevu verdim.
Haftanın konusuyla ilgili ölçütler az gelmişti,
daha fazla olmasını önerenler oldu. Kabul etmedim, ancak bazı yan
sorularla mevcut ölçütlerle ilgili daha geniş bilgiye ulaştıklarını
gördüm. Böyle devam etmesinden çok memnundum.
Bazı derslerde dilbilgisi ve Türkçe konularını
anlattığım oldu. Bunu ben istediğim için değil, doğrudan öğrenciler
rica ettiler. Derslerde genel olarak hep rehberlik ettim. Onlara
bilginin kaynağını gösterdim. Hedeflerine ulaşmaları için gerekli
ortamı hazırladım. Sınıfta bir öğretmen gibi değil, adeta danışman
gibi dolandım. Çoğu kez kürsüde oturup, öğrendikleriyle ilgili
güncellemeler yaptım, gerekli gördüğüm öğrencileri yanıma çağırarak
unutup unutmadıklarını sordum.
Hep sözlü istekler yetmez oldu. Unutuyordum,
bazen de karıştırıyordum. Bunun için her öğrenciden anlatacağı
ölçütler ile kendi adlarını ve numaralarını yazabilecekleri küçük
bir rapor belgesi hazırladım. Kendileri de fotokopi çektirerek
çoğaltabiliyorlardı. Bazıları raporları doldururken ölçütlerle
ilgili öğrendiklerini de yazıyordu. Bu uygulama benim için de hoş
oldu. Çünkü raporlarda yazdıkları sözlü olarak anlattıklarıyla
örtüşüyorsa anında notu kesinleşiyordu.
Benim dersimde de ders kaynatmadan durmayı
kendilerine yediremiyorlardı. Bu yüzden öyle bir şey yapıyorlardı
ki, hem kendi kazdıkları kuyuya düşüyorlar hem de işime geliyordu.
Şöyle ki, bir ölçütü anlamadıklarını bahane ederek başka
öğrencilerin de anlatmasını istemeye başladılar. Sonradan fark ettim
ki, aynı ölçütü ne kadar çok anlatırlarsa o kadar süre dersi
kaynatmış olacaklardı. Bunu anlamam uzun sürmedi. Ancak hiç belli
etmedim. Çünkü beni test ettiklerinin farkındaydım, aynı konuyu
defalarca ben anlatsam, hiçbiri dinlemezdi. Fakat oyunu kendileri
kurdukları için aynı konu onuncu kez bile anlatılsa, tüm öğrenciler
pür dikkat dinliyorlar, gözleriyle de beni izliyorlardı. Baktım ki
dersi böyle kaynatmaktan memnundular. Hep anlamamış gibi göründüm.
Onlar için çok yararlı oluyordu. Bu yüzden dönem sonuna kadar da
belli etmedim.
Bir gün dersten çıktım, tam öğretmenler odasına
giriyordum ki, müdür beyin sekreteri seslendi. Müdür bey odasına
gelmemi istemiş. Elimdeki çantayı bile bırakmadan geri döndüm. Müdür
beyin odasında bir veli vardı. Ondan önce müdür bey, oturmamı işaret
ettikten sonra, “Hakkınızda şikâyet var. Şimdi verin hesabını” der
demez sabırsızlıkla bekleyen veli, “Mahmut Hoca! Allah aşkına siz
benim oğluma nasıl bir büyü yaptınız, ona ne içirdiniz? Şikâyetim
bu!” diye sordu. Şaşkınlık içinde yanıt vermeme zaman bırakmadan,
biraz da gülümseyerek, “Şaka yaptım. Oğlumun ders çalışmasını nasıl
sağladınız? Mutfakta iş yaparken fayansa bir kâğıt yapıştırıyor,
karışık olarak kâğıttaki konuları okumamı istiyor; kendisi salonda
birine ders anlatıyor gibi şakır şakır anlatıyor. Elinde ne kitap,
ne defter… Hiçbir şey yok! Gözlerimle gördüm, başkası söylese
kesinlikle inanmazdım.” Sözlerinden sonra şaşkınlığım geçti.
Neticede 10F’de bütün öğrenciler etkili bir
yarışma havasına girdiler. Seksen beşin altında hedef
belirleyenlerin neredeyse tamamı güncelleme yaparak hedeflerini
yükseltti. Hedefini yüz yazanlara karşı mahcup olduklarını, o yüz
alıyorsa ben de alırım, düşüncesiyle hedeflerini yükseltmeyen
kalmadı.
En çok da sınıf yerine kütüphaneyi seviyorlardı.
Edebiyat dersleri için özel bir sınıf gerekliliğini ilk kez o zaman
anladım. Zaman zaman Türk Dili ve Edebiyatı derslerinin
kütüphanelerde yapılması çok yararlı olur. Nitekim öğrencilerim
kütüphanede ders yapmayı o kadar çok seviyorlardı ki, anlatamam.
Bunun için benden habersiz müdür yardımcısından izin alıyorlar, bana
sonradan haber veriyorlardı. Bu tür isteklerine genellikle olumlu
yanıt veriyordum, fakat suiistimal etmemeleri için de çok
dikkatliydim.
Bir dönemde üç yazılı yapıyorduk. Hedefine ulaşıp
tam not alan öğrencilere boş yazılı kâğıtlarını verdim, ister okulda
ister evde doldurup getirmelerini istedim. Hedeflerinden bir puan
eksik veya fazla yazan birkaç öğrenciye yeniden boş kâğıt verdikten
sonra, diğerleri kılı kırk yararak yazılı sınav kâğıtlarını
dolduruyorlardı. Bu uygulama çok hoşlarını gitmişti. Diğer sınıflara
öyle anlatmışlar ki, diğer şubelerdeki öğrenciler 10F’den çıkmaz
oldu. Bu kadar kalsa iyiydi, birçok öğrenci önce kendileri sonra da
velilerini okula getirip 10F’ye geçmek istemişler. Bir gün sohbet
sırasında müdür bey de espri niyetiyle, “Başıma iş açtın, herkes
Mahmut Beyin sınıfına geçmek istiyor” dedi. İkinci dönem dersine
girdiğim diğer sınıflara söz verdim.
Ortak yaptığımız sınav sonunda 10F’nin sınıf
ortalaması 83 olmuştu. Yazılı sorularını zümre arkadaşlarıma
kendilerinin hazırlamalarını rica ettim, soruları görmek
istemediğimi söyledim. Hiç itiraz etmediler.
Öğrencilerin yüksek başarısı meslektaşlarımın
bazılarında hayranlık, bazılarında kaygı yaratmış olmalı ki, hiç
beklemediğim bir gün savunmamı almak için bakanlık müfettişi geldi.
Müdür beyin odasına çağrıldım. Müfettiş, “Mahmut Bey, siz boş yazılı
kâğıtlarını öğrencilere veriyormuşsunuz, evde veya okulda doldurup
getirmelerini istiyormuşsunuz, sonra da onları resmi yazılı yerine
koyuyormuşsunuz, doğru mu?” dedi. Ben de kaygıdan uzak bir tavırla
müdür beye baktım, o da iki elini yana açarak kendini geri çeker
gibi yaptı, sanki “Ben karışmam” demek istemişti. Ben de,“ “Evet
efendim, dediğiniz gibi yaptım” diye yanıt verince belli etmedi ama
kaşlarının çatılmasında öfkelendiğini hissettim. Çantasından
çıkardığı kâğıdı ve kalemi uzattı, “Hakkınızda şikâyet var,
savunmanızı almaya geldim” dedi. Bunun üzerine “Müfettiş Bey, uygun
görürseniz bu uygulamayı sadece 10F. Sınıfında yaptım. Bu sınıftan
istediğiniz kadar öğrenci çağırınız, onları dinleyiniz. Benim
yazacaklarım sizler için inandırıcı olmayabilir. Savunmamı
kütüphanede yazabilirim” dedim. Müdürümüzün de uygun görmesiyle
kabul etti.
O gün son derse kadar beni çağırmadılar.
Savunmamı kütüphanede yazdım. Son ders çıkışında 65 öğretmenin
önünde sadece öğrencilerin anlattıklarını tekrarladı. Gördüm ki,
öğrenciler sadece yaşadıklarını anlatmamışlar, onlara yeni yeni
şeyler katarak anlatmışlar. Abartılarıyla müfettişi hayran
bırakmışlar. Müfettişin en çok beğenisini alan; öğrenciler öğrenme
etkinliği içinde kaynaklarda bir şey ararken onlarca şey
okuduklarını ve kitapları kapattıktan sonra akıllarında kaldığını
söylemeleri olmuş. Müfettiş yaklaşık bir saatten fazla konuştu.
Sadece öğrencilerin anlattıklarından söz etti. Konuşmasının sonunda
hakkımda söylediği güzel sözler bir yana, şu cümlesini sanki bugün
söylemiş gibi hafızamda canlı tutuyorum. “Bundan sonra benim için
yönetmelikleri aynen uygulayanlar değil, onları öğrenci lehine iyi
yorumlayanlar öğretmendir, diyeceğim. Gittiğim her yerde de, bu
olayı örnek olarak anlatacağım” demişti.
Bir hafta sonra okulumuza gelen İlçe Milli Eğitim
Müdürü Y. Bey, müdür odasında elindeki paketi masaya yüksekten
düşürür gibi bıraktı, oturur oturmaz da, “Mademki böyle bir halt
ettiniz, benim niye haberim olmadı?” diye sitemde bulundu. Sonra
anlattı, bakanlık müfettişi takdir edilmemi istemiş.
ÖSS’ye yönelik olarak yılsonu notunu yükseltmek
isteyen öğrenciler daha çok Öğrenme Ölçütü istedi. Yazılılarla
birlikte sözlü notlarının da zirvede olmasını istediler. 10F öyle
bir sınıf oldu ki, öğrenmeye doymuyorlardı. Öğrenmeyi öğrenmenin
tadına varmışlardı. Kendi kendilerine öğrendiklerinin çok daha
kalıcı olduğunu, bir ölçütü ararken başka başka şeyler
öğrendiklerini söylüyorlardı. Kısacası öğrenmenin ve bilmenin
mutluluğunu tadıyorlardı. Mutlulukları gözlerinden okunuyordu.
Hele Ahmet (Yılmaztekin) adlı bir öğrencim vardı
ki, ders çalışmak, kitap-defter taşımak bir yana, aldığı disiplin
cezalarının sayısı belli değildi... Bir gün, öğretim yılı sonunda,
eve götürmek için çantasına doldurduğu onlarca kitabı göstererek:
“Hocam! Sizi kutlarım. Siz gelene kadar ders çalışmak nedir
bilmezdim. Başka derslere yine çalışmadım. Edebiyat dersinde vallahi
beni de inekler arasına kattınız!” dedi. Sonra da çantasının
fermuarını açtı, kitapları işaret ederek, “İnanmazsanız bakınız,
içinde başka derslerle ilgili tek bir kitap göremezsiniz” deyince
ellerini sıktım, çok duygulandım.
Şimdi o öğrencilerin hepsi de üniversiteyi çoktan
bitirdi.
SONUÇ
Düşüncelerimi; o zamandan beri; uygulamalarımın
olumlu ve olumsuz yönlerini göz önünde bulundurarak, daha belirgin
bir yöntem şekline getirmeye çalıştım. Sununda, ÖĞRENCİLERİN
EDEBİYATI SEVMELERİNİ İSTEMEK YERİNE, EDEBİYATI SEVEBİLECEKLERİ
BİÇİMDE ONLARIN ÖNLERİNE GETİRMENİN DAHA DOĞRU OLDUĞUNA İNANDIM.
Aradan geçen yıllar sonra okul müdürü olarak
görev yaptığım okullarda dönem sonlarında yaptığımız toplantılarda
öğretmenlerden, sınıflarındaki tüm öğrencilerin yanıtlayabileceği
beş (5) adet soru yazıp vermelerini istedim. 2014'ten bu yana müdür
olarak görev yaptığım okullarda olumlu beş soru yazıp getiren sadece
iki öğretmen oldu. Oysa öğretmen olarak görev yaptığım ve yukarıda
anlattığım uygulamayı kısmen de olsa uyguladığım başka okullarda da
isteyen herkese en az elli soru yazıp verebilirdim.
Bu yazıyı buruya kadar okuma merakı gösteren
değerli okul müdürü meslektaşlarımın öğretmenlerinden aynı istekte
bulunmalarını çok değerli bulurum. Sonucu paylaşmaları dileğiyle...
Açıklama: Bu olaydan sonra oluşturduğum “UZAKTAN ÖĞRETİMDE KAZANIM VE SÜRET YÖNETİMİ / ÖZGÜN VE ACİL MODEL ÖNERİSİ” için tıklayınız (PDF)