EĞİTİMDE ARAYIŞ HER YERDE VARDI
(Yeni Bir Okul Yaratmanın Yol Haritası)
10.05.2020
Yeni bir okul
yaratma sözüne yüklediğim anlam; akademik anlamda çağdaş yöntemlerle
donatılmış, Yapılandırmacı öğretimi yönetici ve öğretmen kadrosuyla
içine sindirmiş, nitelikli verim almaya odaklanmış bir sanal bir
ekip okuludur.
25 yıla yakın
geçmişi olan İyi Örnekler Lisesi
adlı sanal okulun öyküsü: 1989 – 1990 öğretim yılında Hüseyin Avni
Sözen Anadolu Lisesinde akademik seviyesi yüksek öğrencilerle
karşılaşınca çok mutlu oldum. Ne versem alıyorlardı, bilgiye
doymayan, her konunun sonunda adeta daha yok mu diye öğretmenin
gözlerinin içine bakan öğrencilerle karşılaşmak heyecan vericiydi.
İlk aklıma gelenlerden bir örnek; girdiğim sınıflarda günün konusunu
tahtaya yazarken, daha cümle bitmeden, “Hocam
bunları biliyoruz”, “Her
sene aynı konulardan sıkıldık”, “Temcit
pilavı gibi hep aynı” gibi söylemler hala kulaklarımda…
Bir gün konu erken
tamamlanınca dersin son birkaç dakikasında öğrencilere hiçbir şey
söylemeden zaman doldurmak amacıyla ortalarda dolanmaya başladım.
Önceki okullardan hatırlıyorum, zil çalmasına yakın olunca pek çok
öğrenci kapının önünde toplanmak, zil çalınca ilk çıkan olmak bir
yarış halinde olurdu. Burada öyle bir durum olmadı. Tüm öğrenciler
yeni bir şey öğrenmekle meşguldü. Zil çalmasına bir ya da iki dakika
vardı ki, bir öğrenci parmak kaldırdı, söz verdiğimde öyle bir soru
sordu ki, “Hocam, şimdi biz niye boş duruyoruz?” demez mi? Böyle bir soruyla
karışılacağımı hiç beklemiyordum. Ne diyeceğimi bilemedim, nutkum
tutuldu. “Zil çalmasına az
kaldı, zili bekliyorum” diyemedim, dilimin ucuna geldi,
söyleyemedim. O öğrenciden öğretmenlik yaşamımın en değerli dersini
almıştım.
Öğrencileri öyle
veya böyle birkaç hafta alışageldiğimiz uygulamalarla idare etmeye
çalıştım. Buna zamanı olabildiğince yararlı kılma süreci
diyebilirsiniz. Bu öğrenciler için milli eğitimin dilbilgisi ders
kitabı çok hafif kaldı, dersleri onunla yürütmem olanaksızdı. Çünkü
zamanla konular ilerledikçe öğrencilerin ilgileri azalmaya başladı.
Derse katılmaları da gittikçe yavaşladı. Ne yapsam ilgilerini
toplayamadım. Acaba yanlış okula mı geldim, diye düşündüğüm bile
oldu. O güne kadar kendi kendimi yetersiz olup olmama konusunda
sorgulamak aklıma bile gelmemişti. Şimdi öyle yalnız kaldım ki, bu
durumu zümre arkadaşlarımla da paylaşamıyordum. Çünkü biliyordum ki,
zaaflarını paylaşan öğretmenler genellikle öğretmenler odasında
dedikodu konusu olur. Kesinlikle böyle bir konuda malzeme olmak
istemedim. Diğer bir neden de en son atanan öğretmen olmamdı. Zira
okul müdürümüz daha önce beni hiç tanışmadığı halde hakkımdaki
duyumlarından hareketle öyle abartarak tanıttı ki, zümre
arkadaşlarıma sınıf yönetimiyle ilgili soru sormanın adeta önünü
kesmişti, sanki onlar benden bekliyor hissine kapıldım.
Gerçeği söylemek
gerekirse yukarıda anlattıklarımı gereğinden fazla önemsememe
rağmen, sınıf yönetimindeki gerçek sorunun onlar olmadığını, onların
birer sonuç olduğunu biliyordum. Çünkü öğretmen merkezli öğretimden
kaynaklanan boşluklar açıktan açığa kendini ele veriyordu.
Öğrencilerin hem davranışları hem de sözleri “İmdat” der gibiydi. Bu
öğrenciler her gün sekiz saat öğretmen merkezli yaklaşımla anlatılan
derslerden yorgun çıkmışlar; öğrenmeyi öğrenmişler, her fırsatta
kendi kendilerine bir şeylerle meşgul olmayı seviyorlardı. Onlar
için gerçek öğrenme bilginin kaynağına öğretmen desteği olmadan
ulaşmaktı. Her şeyi kendileri yapmak ve öğrenmek istiyorlardı. Belki
bunu açıkça seslendirmiyorlardı, ancak verdiğim nitelikli ödevlerde,
“İşte ben buyum” der gibi
yeteneklerini gösterebiliyorlardı. Örneğin, ders kitabındaki bir
öyküyü tiyatroya çevirmelerini, kıyafetler de dâhil her türlü
hazırlığı yapmalarını ve yıllık planda belirtilen haftada –salonumuz
olmadığı için– yazı tahtasının önünde sahnelemelerini istediğim
zaman karşıma öyle çıkıyorlardı ki, sanki hepsi usta bir senaryo
yazarı, usta bir yönetmen ve usta oyuncu olarak çıkıveriyorlardı.
Pembe İncili Kaftan adlı öykünün oyununda Muhsin Çelebi’yi
canlandıran öğrenci, gün boyu teneffüslerde kaftanıyla dolaşması
bütün okulun yoğun ilgisini çekmişti. Mezun olduktan on yıl sonra bu
öğrenci, mezunlar günü toplantısında, “Hocam,
bu okulda yedi yılım geçti, ne unutulmaz anılarım oldu, ama şöyle
bir geriye baktığımda ilk aklıma gelen yazı tahtası önündeki oyunda
yaşadığım heyecan oluyor. O oyunu hiç unutamıyorum” demişti.
Tek başıma sınıf
yönetimindeki sorunu aşmak için odaklandım, kalıcı bir çözüm
arayışını kaçınılmaz gördüm. Öğrenmek için her türlü fiziksel
donanıma ve altyapıya sahip olan, bilgiye aç olarak tanıdığım bu
öğrencilerin önünü ardına kadar açmaktan başka çözüm yoktu.
İnternette sınıf
yönetimiyle ilgili ne buldumsa okudum. Yapılandırmacı öğretim
yaklaşımıyla da bu vesileyle tanıştım. Galiba aradığım
Yapılandırmacı öğretim yaklaşımıydı, diye düşündüm. Çünkü aklımdan
geçenlerle Yapılandırmacı öğretim yaklaşımı aşağı yukarı birebir
örtüşüyordu. Yapılandırmacı adını daha önce duydum mu,
hatırlamıyorum, ama bundan sonra daha iyisiyle tanışana kadar
gündemimde olacaktı, nitekim bugüne kadar öyle de oldu. Onunla
ilgili ne buldumsa okumaya çalıştım. Enine boyuna inceledim. Mutlaka
başarmalıydım.
Öğrencilerin
hayranlık duyacağı bir fiziğe sahip olmadığımın farkındaydım. Bu
boşluğu derslere iyi hazırlanarak doldurmaktan başka çarem yoktu. Bu
yüzden boş zamanlarımın tamamı zenginleştirilmiş-senaryolaştırılmış
ders planı hazırlamakla geçiyordu. Daha önceki okullardan da
biliyordum ki, ders planı çok önemliydi. Yapamadığım ya da
yetiştiremediğim zamanlar, öğrenciler farkına varmasalar bile,
sınıfta rüzgârda sürüklenen bir çınar yaprağı gibi hissederdim
kendimi... Bu yüzden iyi veya basit bir plan olmadan derse girmek
istemezdim. Zümre arkadaşlarımla konuştum, plan konusunda paylaşım
önerisinde bulundum, sessiz kaldılar. Onları ikna edemedim, her
birinin kendine özgü üstünlükleri vardı. Doğaçlamayla ders anlatmaya
çok alışmışlardı, vazgeçmeleri zordu.
Sınıf yönetimi
konusunda kendi başıma tasarladığım ve uygulamaya koyduğum her
etkinlik için okul müdürümüzün iznini almayı ihmal etmedim. Ders
konusu üretilen bir metin olursa, öyle durumlarda bir nüshasını
teslim ettim. Edebiyat derslerine renk ve hareketlilik kazandırmak
amacıyla yazdığım tiyatro oyunları; fıkralarla, öykülerle, yurt ve
dünya gündemiyle ilişkilendirdiğim çoktan seçmeli sorular… Bu
davranışım yazı tahtası oyunlarının kitap olmasını sağladı. Dönemin
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu okulumuzu ziyaret etti.
Öğretmenler odasında sohbet sırasında, doktorlarla ilgili dizilerden
hareketle, sitemle, okulumuz öğretmenleri arasında bir yazar
olmamasını eleştirdi. Müdürümüzün tam yanındaydım. Edebiyat
derslerinde sahnelediğimiz oyunlar için izin istedim. Odasındaki
çekmecede olduğunu, hemen alıp getirmemi istedi. Bakan beye verdim,
içeriğini anlattım, on dört oyunu göz ucuyla inceledi. Hepsini aldı.
Bir yıl sonra Milli Eğitim Yayınları arasında “719’dan 1919’a Edebiyatı Oynayarak-İzleyerek Öğreten Oyunlar” adıyla
kitap olarak yayınlandı (2002). Kitap adını “Türk Edebiyatıyla Böyle Oynanır” olarak belirlemiştim, ancak
bakanlık uygun bulmadı, değiştirmemi istedi.
1991-1992 eğitim
ve öğretim yılında Sınıf Geçme sisteminden vazgeçilip Ders Geçme
(Kredili Sistem) sisteminin getirilmesi umutlarıma yelken oldu.
Olumlu olumsuz herkes farklı yorum yapıyordu. Ben ise bütün gücümle
destekliyordum. Nihayet gün geldi, okulda büyük hazırlıklar
tamamlandı. Öğrencilerin ders seçmesi, kendi programlarını
oluşturması, en önemlisi de dersine gireceği öğretmeni seçmesi gibi
hazırlıklar herkesi mutlu etti. Elimden geldiğince destek verdim.
Ancak birkaç hafta içinde yelkenler indi, bütün hazırlıklar geçersiz
kılındı. Öğrenciler tekrar eski sınıflarına yerleşti. Öğretmenler
sınıf geçme sisteminde olduğu gibi bir uygulamayla karşı karşıya
kaldılar. Görünüşte kredili sistem diye bir şey yoktu, oysa üst
makamlara yazılan yazılarda kredili sistemin başarıyla uygulandığı
yazıyordu. Ders seçme, öğretmen seçme, öğrenciye özgü program
oluşturma yoktu. Sadece ölçme ve değerlendirmede her dersin ayrı
ayrı kredisi vardı. Mezun olmak için alınması gereken kredi limitini
tamamlamak gerekiyordu. Özetlemek gerekirse, kredili sistem gerçek
anlamda uygulanmadı, uygulanıyormuş gibi yapıldı.
Yıllar sonra
üzülerek anımsıyorum, okulumuz bazında kredili sistemin kaldırılması
gerektiğine ilişkin okul raporunu klavyeyi on parmakla kullanmamdan
dolayı yazmak bana düşmüştü. Diğer okullar da aynı durumdaydı.
Nihayet öğretmenlerin oldukça olumlu ve yararlı buldukları kredili
ders geçme sistemi okul yöneticilerinin olumsuz tavırları sonucu
1996 yılında yürürlükten kaldırıldı. Ortaokullar liselerden ayrıldı,
ilkokullarla birleştirildi. Liselere giriş sınavları ortaokul 8.
Sınıflara aktarıldı.
Kredili ders geçme
sistemi kaldırılıp tekrar Sınıf Geçme sistemine dönülmesi iyi
olmadı. Öğrenciler adına çok üzüldüm.
Öğrenci merkezli
öğretim modeli öğretim programlarında zaten vardı, daha da
önemsenmeye başlandı. Bu durumdan yakınan yoktu. Öğrenci merkezli
öğretim herkesin kulağına hoş geliyordu. İnsanların mantığına da
uygundu. Ancak bir tek ben memnun değildim. Çünkü Öğrenci Merkezli
Öğretim modeli Öğretmen Merkezli Modelin zaten doğasında vardı. Kısa
adıyla ÖME olarak bilinen Öğrenci Merkezli Öğretim modeli Soru-Cevap
yöntemiyle sanki yepyeni bir uygulamaymış gibi hayata geçti. Konular
soru-cevap yöntemiyle işlenecek, yazılı sınavlarda kısa cevaplı
soruların sayısı artırılacak, yanıt anahtarı ona göre düzenlenecek…
Hiç de memnun
olmadığım bu değişim sonunda öğrencilerime bir anket yaptırdım.
Kendi okulumuzda ve komşu okullarda yaklaşık altı yüz öğrenciye
sorulan soru şuydu: Eğer yüzde yüz burs verilse, hangi özel lisede
okumak isterdiniz? Özel okul listemiz yoktu, öğrenciler kendi
bildikleri bir okulu söyleyeceklerdi. Yabancı okullar ise kapsam
dışıydı. Ankete yanıt verenlerden 73 öğrenci “Özel Sabancı Lisesi”,
66 öğrenci “Özel Koç Lisesi”, 49 öğrenci İSTEK okulları demişti.
Diğer özel liseler çok daha azdı.
Oysa o gün de,
bugün de Özel Sabancı Lisesi adında bir okul yoktu. Öğrenci
belleğinde yeri olan böyle bir özel okulun toplum belleğinde de yeri
vardır, düşüncesiyle Rahmetli iş adamı Sakıp Sabancı’ya mektup
yazmayı düşündüm. Ancak bu mektup salt bir dilekten ibaret olmasın
istedim. Yaklaşık bir yıl boyunca tasarlama yaptım. Yapılandırmacı
öğretimi esas alan çok ayrıcalıklı bir okul olmasını istiyordum.
Adını “İyi Örnekler Lisesi” olarak belirledim. A’dan Z’ye okulun
bütün özelliklerini ayrı başlıklar halinde belirttim. 1997 Haziran
ayında postaya verdim. Sayın Sakıp Sabancı önerime karşılık olarak
gönderdiği mektupta, “Henüz gündemimizde lise açmayla ilgili bir
madde yok. (…)” diyordu. “Henüz” sözcüğünden hareketle her yıl
haziran aylarında aynı içerikli mektubu gönderdim. O da hep aynı
yanıtı veriyordu. Rahmetlinin ölümüne kadar yazmayı sürdürdüm.
Ölümünden iki yıl sonra da benzer mektupları Sayın Güler Sabancı’ya
yazmaya başladım. Onun yanıtları da aynıydı. Farklı olarak her
mektubun sonunda Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu ile
görüşmemi öneriyordu. 2011 yılında Ataşehir’de açmayı düşündükleri
Metin Sabancı Bedensel Engelli Meslek Lisesine koordinatör olarak
davet edildim. TKKB’de bedensel engellilerle ilgili bir öğretim
programı olmadığı için açılma onayı alınamadı. O günden sonra da
artık İyi Örnekler Lisesi ile ilgili lise açılması isteğine dair
mektup yazmaya son verdim.
Bu olayı
anlatmamın nedeni, İyi Örnekler Lisesini oluşturmada, geliştirmede
ve her yıl üzerine yenilikler eklemesinde bizzat yaşadıklarımın çok
büyük payı var. Her ne kadar kendimi ön plana çıkarmış gibi olsam
da, asıl amacım gerçekçi olmaktı. Soyut cümlelerle anlatmak olmazdı.
Başlangıçta basit bir okul fikri iken zamanla proje haline getirmeye çalıştım. Yanılmıyorsam 2005 yılında İyi Örnekler Lisesi adını “Yeni Bir Okul Yaratıyorum” olarak değiştirdim. Çünkü o yıllarda “iyi örnek…” sözcükleri çok kullanılmaya başlandı. İyi Örnekler Lisesi adıyla yeni bir okul açılma ihtimalinin zayıf olması, aynı zamanda kitap olarak yayınlama düşüncesinden hareketle, “Yeni Bir Okul Yaratıyorum” olarak değiştirmeyi daha uygun buldum.
Not_:
Daha fazla ayrıntı için: