Seviyorsam seni

Ölüyorsam derdinden

Hep ona benzediğinden

Ayırmıyorsam gözlerimden

İnan hep ona benzediğinden

   

Kaşların güzel hep o

Saçların güzel hep o

Bakışların güzel hep o

Hep ona benzediğinden

  

Onu andırıyor bana her şeyin

Sanki gözümde onun bir eşisin

Sevgilim diyorsa da sana dilim

İnan hep ona benzediğinden

  

Ellerin güzel hep o

Gözlerin güzel hep o

Sözlerin güzel hep o

Hep ona benzediğinden

  

Zamanla birleşti bütün çizgiler

Silinmedi albümdeki resimler

Seni daha çok seviyor desinler

İnan hep ona benzediğinden

  

Benlerin güzel hep o

Tenlerin güzel hep o

Yenlerin güzel hep o

Hep ona benzediğinden

  

İnan hep ona benzediğinden
Sefer Yürük (2003)
 

EĞİTİMDE ARAYIŞ HER YERDE VARDI

(Yeni Bir Okul Yaratmanın Yol Haritası)

10.05.2020

Yeni bir okul yaratma sözüne yüklediğim anlam; akademik anlamda çağdaş yöntemlerle donatılmış, Yapılandırmacı öğretimi yönetici ve öğretmen kadrosuyla içine sindirmiş, nitelikli verim almaya odaklanmış bir sanal bir ekip okuludur.

25 yıla yakın geçmişi olan İyi Örnekler Lisesi adlı sanal okulun öyküsü: 1989 – 1990 öğretim yılında Hüseyin Avni Sözen Anadolu Lisesinde akademik seviyesi yüksek öğrencilerle karşılaşınca çok mutlu oldum. Ne versem alıyorlardı, bilgiye doymayan, her konunun sonunda adeta daha yok mu diye öğretmenin gözlerinin içine bakan öğrencilerle karşılaşmak heyecan vericiydi. İlk aklıma gelenlerden bir örnek; girdiğim sınıflarda günün konusunu tahtaya yazarken, daha cümle bitmeden, “Hocam bunları biliyoruz”, “Her sene aynı konulardan sıkıldık”, “Temcit pilavı gibi hep aynı” gibi söylemler hala kulaklarımda…

Bir gün konu erken tamamlanınca dersin son birkaç dakikasında öğrencilere hiçbir şey söylemeden zaman doldurmak amacıyla ortalarda dolanmaya başladım. Önceki okullardan hatırlıyorum, zil çalmasına yakın olunca pek çok öğrenci kapının önünde toplanmak, zil çalınca ilk çıkan olmak bir yarış halinde olurdu. Burada öyle bir durum olmadı. Tüm öğrenciler yeni bir şey öğrenmekle meşguldü. Zil çalmasına bir ya da iki dakika vardı ki, bir öğrenci parmak kaldırdı, söz verdiğimde öyle bir soru sordu ki, “Hocam, şimdi biz niye boş duruyoruz?” demez mi? Böyle bir soruyla karışılacağımı hiç beklemiyordum. Ne diyeceğimi bilemedim, nutkum tutuldu. “Zil çalmasına az kaldı, zili bekliyorum” diyemedim, dilimin ucuna geldi, söyleyemedim. O öğrenciden öğretmenlik yaşamımın en değerli dersini almıştım.

Öğrencileri öyle veya böyle birkaç hafta alışageldiğimiz uygulamalarla idare etmeye çalıştım. Buna zamanı olabildiğince yararlı kılma süreci diyebilirsiniz. Bu öğrenciler için milli eğitimin dilbilgisi ders kitabı çok hafif kaldı, dersleri onunla yürütmem olanaksızdı. Çünkü zamanla konular ilerledikçe öğrencilerin ilgileri azalmaya başladı. Derse katılmaları da gittikçe yavaşladı. Ne yapsam ilgilerini toplayamadım. Acaba yanlış okula mı geldim, diye düşündüğüm bile oldu. O güne kadar kendi kendimi yetersiz olup olmama konusunda sorgulamak aklıma bile gelmemişti. Şimdi öyle yalnız kaldım ki, bu durumu zümre arkadaşlarımla da paylaşamıyordum. Çünkü biliyordum ki, zaaflarını paylaşan öğretmenler genellikle öğretmenler odasında dedikodu konusu olur. Kesinlikle böyle bir konuda malzeme olmak istemedim. Diğer bir neden de en son atanan öğretmen olmamdı. Zira okul müdürümüz daha önce beni hiç tanışmadığı halde hakkımdaki duyumlarından hareketle öyle abartarak tanıttı ki, zümre arkadaşlarıma sınıf yönetimiyle ilgili soru sormanın adeta önünü kesmişti, sanki onlar benden bekliyor hissine kapıldım.

Gerçeği söylemek gerekirse yukarıda anlattıklarımı gereğinden fazla önemsememe rağmen, sınıf yönetimindeki gerçek sorunun onlar olmadığını, onların birer sonuç olduğunu biliyordum. Çünkü öğretmen merkezli öğretimden kaynaklanan boşluklar açıktan açığa kendini ele veriyordu. Öğrencilerin hem davranışları hem de sözleri “İmdat” der gibiydi. Bu öğrenciler her gün sekiz saat öğretmen merkezli yaklaşımla anlatılan derslerden yorgun çıkmışlar; öğrenmeyi öğrenmişler, her fırsatta kendi kendilerine bir şeylerle meşgul olmayı seviyorlardı. Onlar için gerçek öğrenme bilginin kaynağına öğretmen desteği olmadan ulaşmaktı. Her şeyi kendileri yapmak ve öğrenmek istiyorlardı. Belki bunu açıkça seslendirmiyorlardı, ancak verdiğim nitelikli ödevlerde, “İşte ben buyum” der gibi yeteneklerini gösterebiliyorlardı. Örneğin, ders kitabındaki bir öyküyü tiyatroya çevirmelerini, kıyafetler de dâhil her türlü hazırlığı yapmalarını ve yıllık planda belirtilen haftada –salonumuz olmadığı için– yazı tahtasının önünde sahnelemelerini istediğim zaman karşıma öyle çıkıyorlardı ki, sanki hepsi usta bir senaryo yazarı, usta bir yönetmen ve usta oyuncu olarak çıkıveriyorlardı. Pembe İncili Kaftan adlı öykünün oyununda Muhsin Çelebi’yi canlandıran öğrenci, gün boyu teneffüslerde kaftanıyla dolaşması bütün okulun yoğun ilgisini çekmişti. Mezun olduktan on yıl sonra bu öğrenci, mezunlar günü toplantısında, “Hocam, bu okulda yedi yılım geçti, ne unutulmaz anılarım oldu, ama şöyle bir geriye baktığımda ilk aklıma gelen yazı tahtası önündeki oyunda yaşadığım heyecan oluyor. O oyunu hiç unutamıyorum” demişti.

Tek başıma sınıf yönetimindeki sorunu aşmak için odaklandım, kalıcı bir çözüm arayışını kaçınılmaz gördüm. Öğrenmek için her türlü fiziksel donanıma ve altyapıya sahip olan, bilgiye aç olarak tanıdığım bu öğrencilerin önünü ardına kadar açmaktan başka çözüm yoktu.

İnternette sınıf yönetimiyle ilgili ne buldumsa okudum. Yapılandırmacı öğretim yaklaşımıyla da bu vesileyle tanıştım. Galiba aradığım Yapılandırmacı öğretim yaklaşımıydı, diye düşündüm. Çünkü aklımdan geçenlerle Yapılandırmacı öğretim yaklaşımı aşağı yukarı birebir örtüşüyordu. Yapılandırmacı adını daha önce duydum mu, hatırlamıyorum, ama bundan sonra daha iyisiyle tanışana kadar gündemimde olacaktı, nitekim bugüne kadar öyle de oldu. Onunla ilgili ne buldumsa okumaya çalıştım. Enine boyuna inceledim. Mutlaka başarmalıydım.

Öğrencilerin hayranlık duyacağı bir fiziğe sahip olmadığımın farkındaydım. Bu boşluğu derslere iyi hazırlanarak doldurmaktan başka çarem yoktu. Bu yüzden boş zamanlarımın tamamı zenginleştirilmiş-senaryolaştırılmış ders planı hazırlamakla geçiyordu. Daha önceki okullardan da biliyordum ki, ders planı çok önemliydi. Yapamadığım ya da yetiştiremediğim zamanlar, öğrenciler farkına varmasalar bile, sınıfta rüzgârda sürüklenen bir çınar yaprağı gibi hissederdim kendimi... Bu yüzden iyi veya basit bir plan olmadan derse girmek istemezdim. Zümre arkadaşlarımla konuştum, plan konusunda paylaşım önerisinde bulundum, sessiz kaldılar. Onları ikna edemedim, her birinin kendine özgü üstünlükleri vardı. Doğaçlamayla ders anlatmaya çok alışmışlardı, vazgeçmeleri zordu.

Sınıf yönetimi konusunda kendi başıma tasarladığım ve uygulamaya koyduğum her etkinlik için okul müdürümüzün iznini almayı ihmal etmedim. Ders konusu üretilen bir metin olursa, öyle durumlarda bir nüshasını teslim ettim. Edebiyat derslerine renk ve hareketlilik kazandırmak amacıyla yazdığım tiyatro oyunları; fıkralarla, öykülerle, yurt ve dünya gündemiyle ilişkilendirdiğim çoktan seçmeli sorular… Bu davranışım yazı tahtası oyunlarının kitap olmasını sağladı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu okulumuzu ziyaret etti. Öğretmenler odasında sohbet sırasında, doktorlarla ilgili dizilerden hareketle, sitemle, okulumuz öğretmenleri arasında bir yazar olmamasını eleştirdi. Müdürümüzün tam yanındaydım. Edebiyat derslerinde sahnelediğimiz oyunlar için izin istedim. Odasındaki çekmecede olduğunu, hemen alıp getirmemi istedi. Bakan beye verdim, içeriğini anlattım, on dört oyunu göz ucuyla inceledi. Hepsini aldı. Bir yıl sonra Milli Eğitim Yayınları arasında “719’dan 1919’a Edebiyatı Oynayarak-İzleyerek Öğreten Oyunlar” adıyla kitap olarak yayınlandı (2002). Kitap adını “Türk Edebiyatıyla Böyle Oynanır” olarak belirlemiştim, ancak bakanlık uygun bulmadı, değiştirmemi istedi.

1991-1992 eğitim ve öğretim yılında Sınıf Geçme sisteminden vazgeçilip Ders Geçme (Kredili Sistem) sisteminin getirilmesi umutlarıma yelken oldu. Olumlu olumsuz herkes farklı yorum yapıyordu. Ben ise bütün gücümle destekliyordum. Nihayet gün geldi, okulda büyük hazırlıklar tamamlandı. Öğrencilerin ders seçmesi, kendi programlarını oluşturması, en önemlisi de dersine gireceği öğretmeni seçmesi gibi hazırlıklar herkesi mutlu etti. Elimden geldiğince destek verdim. Ancak birkaç hafta içinde yelkenler indi, bütün hazırlıklar geçersiz kılındı. Öğrenciler tekrar eski sınıflarına yerleşti. Öğretmenler sınıf geçme sisteminde olduğu gibi bir uygulamayla karşı karşıya kaldılar. Görünüşte kredili sistem diye bir şey yoktu, oysa üst makamlara yazılan yazılarda kredili sistemin başarıyla uygulandığı yazıyordu. Ders seçme, öğretmen seçme, öğrenciye özgü program oluşturma yoktu. Sadece ölçme ve değerlendirmede her dersin ayrı ayrı kredisi vardı. Mezun olmak için alınması gereken kredi limitini tamamlamak gerekiyordu. Özetlemek gerekirse, kredili sistem gerçek anlamda uygulanmadı, uygulanıyormuş gibi yapıldı.

Yıllar sonra üzülerek anımsıyorum, okulumuz bazında kredili sistemin kaldırılması gerektiğine ilişkin okul raporunu klavyeyi on parmakla kullanmamdan dolayı yazmak bana düşmüştü. Diğer okullar da aynı durumdaydı. Nihayet öğretmenlerin oldukça olumlu ve yararlı buldukları kredili ders geçme sistemi okul yöneticilerinin olumsuz tavırları sonucu 1996 yılında yürürlükten kaldırıldı. Ortaokullar liselerden ayrıldı, ilkokullarla birleştirildi. Liselere giriş sınavları ortaokul 8. Sınıflara aktarıldı.

Kredili ders geçme sistemi kaldırılıp tekrar Sınıf Geçme sistemine dönülmesi iyi olmadı. Öğrenciler adına çok üzüldüm.

Öğrenci merkezli öğretim modeli öğretim programlarında zaten vardı, daha da önemsenmeye başlandı. Bu durumdan yakınan yoktu. Öğrenci merkezli öğretim herkesin kulağına hoş geliyordu. İnsanların mantığına da uygundu. Ancak bir tek ben memnun değildim. Çünkü Öğrenci Merkezli Öğretim modeli Öğretmen Merkezli Modelin zaten doğasında vardı. Kısa adıyla ÖME olarak bilinen Öğrenci Merkezli Öğretim modeli Soru-Cevap yöntemiyle sanki yepyeni bir uygulamaymış gibi hayata geçti. Konular soru-cevap yöntemiyle işlenecek, yazılı sınavlarda kısa cevaplı soruların sayısı artırılacak, yanıt anahtarı ona göre düzenlenecek…

Hiç de memnun olmadığım bu değişim sonunda öğrencilerime bir anket yaptırdım. Kendi okulumuzda ve komşu okullarda yaklaşık altı yüz öğrenciye sorulan soru şuydu: Eğer yüzde yüz burs verilse, hangi özel lisede okumak isterdiniz? Özel okul listemiz yoktu, öğrenciler kendi bildikleri bir okulu söyleyeceklerdi. Yabancı okullar ise kapsam dışıydı. Ankete yanıt verenlerden 73 öğrenci “Özel Sabancı Lisesi”, 66 öğrenci “Özel Koç Lisesi”, 49 öğrenci İSTEK okulları demişti. Diğer özel liseler çok daha azdı.

Oysa o gün de, bugün de Özel Sabancı Lisesi adında bir okul yoktu. Öğrenci belleğinde yeri olan böyle bir özel okulun toplum belleğinde de yeri vardır, düşüncesiyle Rahmetli iş adamı Sakıp Sabancı’ya mektup yazmayı düşündüm. Ancak bu mektup salt bir dilekten ibaret olmasın istedim. Yaklaşık bir yıl boyunca tasarlama yaptım. Yapılandırmacı öğretimi esas alan çok ayrıcalıklı bir okul olmasını istiyordum. Adını “İyi Örnekler Lisesi” olarak belirledim. A’dan Z’ye okulun bütün özelliklerini ayrı başlıklar halinde belirttim. 1997 Haziran ayında postaya verdim. Sayın Sakıp Sabancı önerime karşılık olarak gönderdiği mektupta, “Henüz gündemimizde lise açmayla ilgili bir madde yok. (…)” diyordu. “Henüz” sözcüğünden hareketle her yıl haziran aylarında aynı içerikli mektubu gönderdim. O da hep aynı yanıtı veriyordu. Rahmetlinin ölümüne kadar yazmayı sürdürdüm. Ölümünden iki yıl sonra da benzer mektupları Sayın Güler Sabancı’ya yazmaya başladım. Onun yanıtları da aynıydı. Farklı olarak her mektubun sonunda Sabancı Üniversitesi Rektörü Tosun Terzioğlu ile görüşmemi öneriyordu. 2011 yılında Ataşehir’de açmayı düşündükleri Metin Sabancı Bedensel Engelli Meslek Lisesine koordinatör olarak davet edildim. TKKB’de bedensel engellilerle ilgili bir öğretim programı olmadığı için açılma onayı alınamadı. O günden sonra da artık İyi Örnekler Lisesi ile ilgili lise açılması isteğine dair mektup yazmaya son verdim.

Bu olayı anlatmamın nedeni, İyi Örnekler Lisesini oluşturmada, geliştirmede ve her yıl üzerine yenilikler eklemesinde bizzat yaşadıklarımın çok büyük payı var. Her ne kadar kendimi ön plana çıkarmış gibi olsam da, asıl amacım gerçekçi olmaktı. Soyut cümlelerle anlatmak olmazdı.

Başlangıçta basit bir okul fikri iken zamanla proje haline getirmeye çalıştım.  Yanılmıyorsam 2005 yılında İyi Örnekler Lisesi adını “Yeni Bir Okul Yaratıyorum” olarak değiştirdim. Çünkü o yıllarda “iyi örnek…” sözcükleri çok kullanılmaya başlandı. İyi Örnekler Lisesi adıyla yeni bir okul açılma ihtimalinin zayıf olması, aynı zamanda kitap olarak yayınlama düşüncesinden hareketle, “Yeni Bir Okul Yaratıyorum” olarak değiştirmeyi daha uygun buldum.

 

Not_: Daha fazla ayrıntı için: "Eğitimde Kazanım ve Süreç Yönetim Sistemi"ne akınız.